21.12.13

küçük kuş, tatlı kalp, iyi ki doğdun!


"tenimin altındasın, ta yüreğimin dibinde. öyle derinde ki, aslında bir parçasısın..." *

tori amos / time

canım canım benim, zaman nasıl büyük bir hızla geçip gidiyor di mi? sanki daha geçen gün urla'nın sakin denizine karşı gülüşüp sohbet ediyor, kitaplarımızı okuyorduk. çoğu zaman geçen günlerin ardından geriye dönüp baktığımda akılda kalıcı bir iz, bir an göremiyorum. yaşam hanesine atılan bir çizik gibi geçiyor günler, yorgunluğu, unutkanlığı, sıradanlığıyla. bu tekdüzeliği bozan tek şey, seninle olan her an, her dakikanın belleğimde tüm canlılığıyla ışıldaması. gün ışığım, canım, içimi aydınlık tutuyor, beni mutlu ediyorsun sen. bu hep böyleydi ve böyle kalacak. doğduğun bu güzel gün kutlu olsun, aşk, sağlık, huzur yanından hiç ayrılmasın. seni çok seviyorum.


* doris lessing, tenimin altında

23.7.13



her zaman iyi ve zekice diyaloglara sahip, heyecan dozu yüksek film bulunmuyor. dün gecemin filmi dans la maison konusunu ilginç bulup film klasörüme attıklarımdandı, hayal kırıklığı yaşatmadı sağolsun, güzel bir seyirlik yaşattı. karşımızda oldukça zeki ve yazmaya hevesli bir öğrenci ile ideallerine ulaşamamış, yol gösterici bir edebiyat öğretmeni var. gözetlemek ve dahil olmak şeklinde ilerleyen bir yazım süreci, karşılıklı fikir alışverişi ve yönlendirmelerle devam eden bir yolda ilerlerken izleyiciyi de o çizgide yürütüyor, bir yandan hem merak ettiriyor, hem korkutuyor, hem de sorgulatıyor. eksik ve yok olmamış denilecek tarafları var ama yine de yönetmenin en iyilerinden biri. ozon ile ilişkim çok sevdim, eh işte, off kötü kıvamında karışık bir minvalde ilerliyor, bu durumda sanırım standart bir ilişkinin en iyi örneği gibiyiz. çok sevdiğim kumun altında/sous le sable ise ilişkimizin doruk noktası. bu arada oyunculuklar da çok iyiydi, özellikle yetenekli ve zeki claude rolünde ernst umhauer karakterine cuk oturmuş. filmin müzikleri de güzel. böyleyken böyle işte, belki siz de seversiniz.

20.6.13


bu dünyada çok fazla acı var. bir de aşk var. sarhoş olmak ne güzel bir şey.

31.3.13

dante's inferno

i gabbiani / andrea guerra, elga ciancaleoni

"bugün bir kolye daha aldım sirkeci'den. bununla on üç oldu. uğursuz sayı. keşke bir tane daha alsaydım. adı marko imiş, babası seslenirken duydum. kocaman kara gözleri var. bana pek bakmıyor sanki. anlamış mıdır acaba? bir insan neden durmadan kehribar kolye alır ki? dokundu mu parmağıma paketi verirken, bana mı öyle geldi yoksa?
bugün kırk iki gün oldu. babam bir yadır nis'te. bugün yarın gelir. belki bir mucize olur da gelemez. titanik bile batmamış mı? ama akdeniz'de ne gezer buzdağı."*


uzun süredir ortalıklarda olmayınca insan lafa nereden başlayacağını bilemiyor. en iyisi burayı hiç boş bırakmamış gibi yapmak:-/ bugün kendimi ne kadar çok yormuşum, oturup ayaklarımı uzatınca farkettim yorulduğumu. beden kendini dinlemeye başlayınca mutlaka bir yerlerden huzursuz sesler geliyor. çok değil bir hafta öncesine kadar her zamanki yedi yirmidört çalışma rutinimdeydim ve o koşuşturmaca içerisinde vücudum gık diyemiyordu. gerçi bir ara "yeter artık" feryadıyla inleyerek bir gün evden çalışma ödülünü kazanmıştı, daha ne olsun. 

benim boş vaktim var ve justine burada; son günlerin iyi haberi. artık bahar da geldi, havalar ısınıyor, sanırım kıştan pek hazetmeyen insanlardan olduğum için buna en çok sevinenlerden biriyim. havanın biraz olsun ısındığı cuma gününde bile akşam olduğunda ortalık buz kesti. gerçi justine ile ne zaman ortaköy'e gitsek hep üşürüz, zamanlama hatası diyeceğim ama bir yaz akşamı da aynı şeyi yaşamıştık, tuhaf. neyse ki pek nadir gidiyoruz :-)

 yukarıdaki alıntı benim ilk kez okuduğum yalçın tosun'un öykü kitabından. güzel, hüzünlü öyküler, çok güçlü, incelikli bir dil. genelde öykü kitaplarında neden bilmiyorum kitabın ilk hikayesiyle başlamam, bu kitapta sıraya uydum. aterina kitabın ilk öyküsü, alıntı o öyküden. gümüş balığı demekmiş aterina, tınısı hüzünlü bir şarkı gibi sanki. belki de hikaye yüzünden öyle geliyor, bilemedim, ama çok güzel.

*anne, baba ve diğer ölümcül şeyler

4.1.13

3 women

cat power / werewolf

o güzelim boş zamanlarını gereksiz şeylere harcayan bir önceki yazıdaki clea'dan nefret ediyorum. bu kısacık yazıdaki clea ise başını işlerden kaldıramıyor. ne iris murdoch hakkında, ne narcissus'un zencisi hakkında, ne de izlediği son filmler hakkında yazabildi, yazabilecek gibi de görünmüyor. özenle seçtiği kitaplarını bile kargodan gelince sadece kutusundan çıkarabildi, tek tek eline alıp haşır neşir olamadı. peki bu duygu sömürüsü neye yarar? pek iyi biliyor ki artık daha hızlı, daha planlı olmalı, bugünün işini yarına bırakmamalı. belki bu sene öğrenir.

19.11.12

nattlek

hugh laurie-tom jones / baby, please make a change

çalışmadığım zamanların şu değerli saatlerini en gereksiz, en boş işlere harcamamı, yapmam gereken işleri sürekli olarak erteleyip itekleyip durmamı, daha yeni hediye edilmiş olan cep telefonumun bozulmasını, iyi olduğu her halinden belli olan bir sürü film dururken, gidip saçma sapan filmleri seyrederek geçirdiğim zamanı, ekranda ya da gazetede gördüğüm bütün o iç karartıcı haberleri, bilgisayarımın gün geçtikçe yavaşlamasını, monopoly oyununda bile iflas edip zengin olamamamı, saçlarım için yapacağım basit değişikliğe bile aylardır üşenmemi filan saymazsak, eh fena değilim işte. zaten lily günlerdir hasta, ne olacaktı?